SON YÜZYILDA DİN VE MUSİKİ FELSEFEMİZ

Modernizm çağı olarak nitelendirilen yeni yüzyılda din anlayışımız büyük değişimlere uğradı. Din her şeyin materyalist algılara dönüştüğü bu çağda toplumdaki bazı kesimler için salt sosyal olgu şekline dönüştü. Bu yüzyılın insanları dinin inanç ve iman olarak nitelendirilen batınî kısmı kaybettiler. Toplumlar inanarak, sorgulayarak ya da inceleyerek değil, alışkanlıkları ile inanmaya ve yaşamaya başladılar. Aslında bu materyalist felsefeyi de kökünden yıkmakta.

Diğer kesimdeki dünya halkı için ise din hayatta manasız kalan olguların mana kazanması için tutundukları bir ihtiyaç ürünü oldu. Kısacası günümüzde din olgusu olumlu ya da olumsuz anlamda ciddi felsefi ve sosyal kaymalar yaşamakta. Türkiye’ye baktığımızda durum çok da farklı görünmemektedir. Anlamlarını yitiren olgularımıza yeni anlamlar katmak için sığınılmış bir muhafazakârlık görüşü artık düşüncelerimizde sinsice yer almaya ve bizi içten içe kemirmeye başladı.

Herhangi bir felsefe yahut düşüncenin yeni yüzyılda daha çok insana ulaşma çabası küreselliğin kaçınılmaz bir sistemi. Kapital sistemdeki “din” olgusunun da yeni yüzyılda insanlara ulaşma çabası gözle görünür biçimde artmıştır.

Ve yeni yüzyılda yukarıdaki kaymalara maruz kalmış din bu genişleme ihtiyacından dolayı birçok yeni aracı kullanmaya başlamıştır. Geçmişte sanat ve felsefe ürünleri ile folklorik bir unsur oluşturarak insanlara yaklaşmaya çalışan din, günümüzde yeni enstrümanları kullanıyor.

Örneğin interaktif unsurlar gibi…

Kaçınılmaz olarak bu unsurları kullanan sistemler yeni yüzyılda ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmaya başladı. Bu öyle bir sorun ki bunun önünde durabilen bir gelenek inanç yahut folklor neredeyse yok.

Bu sorunun adı dejenerasyondur.

Toplumlarda herhangi bir dejenerasyon hareketinde bozulmanın öncelikle prizmanın en üstünden başladığını söyleyebiliriz. Sanatın ehli insanlarca da tespit edildiği üzere, Türk-İslam kültüründe son yüzyılda gözle görünür çatlamalar başlamıştır. Ve bunun pek tabii bir sonucu olarak bozulma sürecinden en çok kültürün yüksek kesiminde yer alan müzik etkilenmiştir.

Osmanlı geleneğinde gelinlik gibi çok ince ayrıntılar ile işlenmiş musiki medeniyetimiz, referanslarının büyük bir bölümünü DİN üzerinden sağlamaktadır. Özellikle Anadolu’da oluşumunu tamamlamış TASAVVUF olgusunun bu çerçevede önemini hatırlatmak gerekmektedir. Ne yazık ki bu saf kaynaklardan beslenmiş kültürümüzün bir meşk silsilesi ile günümüze ulaşmış müzik eserleri daha çok kişiye ulaşma gayreti içinde olan bizler tarafından popülariteye alet edilmektedir. Buradaki asıl önemli sorun popüler olmaya mahkûm edilen müzik değil, sistemin getirdiği yeni mantık silsilesinin farklılıklarıdır.

Din-Tasavvuf kültürünün ürünleri hakkındaki düşünceler son yüzyılda meselenin merkezinden uzaklaştırılarak saf bir sosyoloji ürünü halinde insanlara sunulmaktadır. İslam’ın imanî merkezli birçok tasavvufi olgusu bugün sadece sosyolojik olarak incelenerek büyük bir daralma yaşamaktadır. İslamî prensipte bulunan vahdetî birçok düşünce, panteist ya da hümanizma olarak insanlara sunularak adeta büyük bir buz kütlesinin nerede ise tamamı su ile örtülmektedir. İşte bu yeni düşünce sisteminde de müziğin yeri ifade edilemeyecek kadar daralma yaşamıştır.

Diğer yandan yeni kapitalist sistemde daha evvelde belirttiğimiz gibi bir ulaşma ve empoze gayreti bulunmaktadır. Ve bunun bir sonucu olarak felsefe yahut sanat eseri, herkesin anlaması gerektiği mantığından yola çıkılarak kendi seviyesinden halkın seviyesine indirilmektedir.

Bunu müzik alanında müşahhas bir hale getirmek gerekirse…

Özellikle müzik alanında son yüzyılda bir seviye düşüklüğü yaşadığımız gözle görünür bir olgudur. Bunun en önemli birinci sebebi de yukarıda anlattığımız mantık silsilesindeki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Müziğimiz herkesin anlaması ve zevk etmesi mantığı ile hareket edilerek, halkın anlayacağı seviyeye çekilmeye çalışılmıştır. Bu görünürde bir hüsn-ü niyet olarak nitelendirilebilir. Hatta bunun çok geniş felsefe ürünü olduğu da düşünülebilir. Fakat geleneğimizin referanslarına baktığımızda bunun çok farklı olduğunu görmekteyiz.

Geleneğimiz hüsn-ü niyet yanında ehliyet niteliğinin de önemine atfeden bir sisteme sahiptir. Geleneğin felsefesinde ürünün kişinin yanına indirilmesi yerine kişinin ürünün yanına çıkarılması amaçlanmaktadır.

Çünkü gelişim ve tekâmül ancak böyle sağlanabilecektir.

Ve bu açıdan bakıldığında hüsn-i niyet ile yapılmış daha çok kesime ulaşma çabasının sonucu pek başarılı da değildir. Çünkü seviye düşüklüğü yaşayan müzik özellikle Türkiye’de halen anlaşılamamaktadır. Ve şunu da görüyoruz ki müzik her ne kadar seviye düşüklüğüne maruz bırakılırsa bırakılsın, aslında müziğin taliplisinin sayısında da pek değişme olmamaktadır.

Örneğin ülkemizdeki müzik dinleyenleri hakkında yapılan yorum anketlerine baktığımızda son yirmi sene içinde gelişmenin oranının, arzın oranı yanında fersahlarca uzaklıkta olduğunu görebiliyoruz. Yani bu sonuçtan şunu anlıyoruz ki, müziğin halkın arasına indirgenmesinin olumlu ve tekâmül edici bir faydası yoktur. Mesele odur ki halkımız müziği anlayabilecek şekilde eğitilecek ve bu müzik ona kendi unsurları ile zevk verecektir.

Din-Musiki ilişkisinin dış boyutundaki bu yozlaşmadan başka, kendi bütünlüğü içinde de ciddi bir bozulma süreci izlenmektedir. Din olgusunda müziğe durulan mesafeli yaklaşımın bir sonucu olarak Türkiye’de dini kültürün içinde yüzyıllardan beri gelişmiş musikinin artık yok olmak üzere olduğunu söyleyebiliriz. Dini müzik adı verilen bu tasnifteki birçok icra şekli artık genel bir icra ve bilgiden daha çok özellikli kişilerin özel meraklarına dönüşmüştür.

Bunu müziğimizde basit olarak örneklendirecek olursak ezan olgusunu işleyebiliriz. Özellikle Türkiye’nin ikinci dereceden nüfus yoğunluğu olan şehirlerinde (Bursa ve Konya gibi) dini musikinin en temel forumlarından birisi olan ezan bir sanattan öte salt bir icra halini almıştır. Bu konudaki en önemli şehirlerden birisi olan İstanbul’da da ezan musikisi ile ilgili icra ve tavırlar sadece özel meraklıların çabaları sayesinde devam etmektedir.

Yukarıda kullandığımız dini musiki tabirinin de konunun ana başlığı olan yozlaşmanın bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz.

Osmanlı Musiki medeniyetinde böyle tasnif kullanılmamışken Türkiye’de 1930’lu yıllardan sonra gelişen yeni din anlayışı ile birlikte bu tanımın kullanıldığını görmekteyiz. Peki, bunun yozlaşma mantığı nereden gelmektedir?

Bu sorunun birçok cevabı olmakla birlikte ana sebebin ilahi kavramlardan uzaklaştırma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Müziğin Osmanlı geleneğindeki referanslarının birçoğu ilahi kaynaklıdır. Bir örnek vermek gerekirse, mutasavvıfların bir yorumuna göre müzik yaradılıştaki ilahi sesin arayışıdır. Felsefenin öngördüğü kaynak din olduğu için bütün müzikal ürünlerde bir ciddiyet ve seviye görülmektedir. Bir bestekâr kesinlikte bağlı bulunduğu bu felsefeye aykırı hareket edememiştir. Bu müziğin klasizmi için bir oto-kontrol sistemi de oluşturmuştur.

İşte yeni yüzyılın getirdiği felsefede din, nitelikli sosyal olgu anlayışından çıkarıldığı için buna bağlı olarak müzikte sosyalliğini yitirmiştir. Bu aşamanın bir sonucu olarak da müziğin bu referanslarından rahatsız olan düşünce sistemi ise onu ilahiyyun kavramlardan uzaklaştırıp eğlence aracı olabilecek uygun bir zemine oturtmuşlardır.

Kısacası müzik bulunduğu alanda bu kullanıma uygun olmadığı için ona lâ-dini bir tasnif yapılmıştır. Hepimiz biliyoruz ki geleneğimizde bu tasnifin hiçbir örneği bulunmamaktadır.

Peki bu din-müzik ilişkisinin günümüze getirdiği sorunlar nelerdir?

Günümüzde Müzik gibi bir çok olgu lâ-dini bir hava kazanmıştır. Sosyal hayatın içinde bu unsurlara lâ-dini bir tasnif getirilmesiyle Türk-İslam felsefesinin bütün ürünlerinde bulunan oto-kontrol özelliği yok olmuştur. İşte müzik ürünlerimizdeki asıl sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Dini müzik adı verilen bölüm kendisine sosyal hayatta bir yer bulamazken, la-dini müzik adı verilen müzik ise sanki dinden uzak bir halde dinleyiciye sunulmaktadır. Bugün Klasik Türk Müziğimizin hangi repertuarında İslam itikadına aykırı bir unsur vardır ki bu müzik dinden uzak bir noktada gösterilmektedir?!

Ümit ediyoruz ki Türk-İslam medeniyetimizin en önemli vasfı olan vahdet düşüncesi müzik alanımızda da bir an önce anlaşılır ve uygulanır.

Murat Özer
Saz ve Söz, Sayı 6

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"HÛ" SESLERİ GELİYOR ESKİ KONAKTAN!

BİR EHL-İ BEYT SEVDÂLISI: KEMÂL EDİP KÜRKÇÜOĞLU

MEVLEVİ ŞEYHİ SAFFET EFENDİ'DEN ALEM BU YÂ...